23 Mart 2012 Cuma

‎*Türkçenin Çilesi*
Zaman zaman zelzeleler, su baskınları ve tabiî âfetlerin tür-lüsü ile yıkılıp harap olmuş şehirlerimize, kasabalarımıza, köylerimize çeki düzen verip îmarları yoluna gidiyoruz. İçlerinde hayâtın yeniden canlanması ve bu harâbelerin altından bir yeni düzen çıkıp, insanlara yaşama ümit ve heyecânı verebilmesi için devlet otoritesinin ve mahallî idârelerle halkın el birliği ettiği bu îmar faâliyeti, ortaya yeniden mâmûreler çıkarıyor. Kazâ görmüş şehirler, böylece çeşitli himmet elleriyle selâmete ererken katliam görmüş bir lisan ülkesi var ki, kan revan içinde nice bin şehîdin cesediyle bir muhârebe meydanı hâlinde, çatısı, damı, temeli çökmüş, molozlar, kerpiç yığınları ile yolları tıkanmış bulunuyor. İşte bu fâcia sahnesi Türk dili üstünde cereyan etmiş ve etmektedir. Hem de ednâ menfaatler ve dış tazyiklerin yıkıcı politikasına körü körüne tâbi olmak hatâsı yüzünden.
Dünyânın hiçbir yerinde, hiçbir milletin başına gelmemiş böyle bir fâcia, ne yazık ki, gözünü dalâlet içinde açmış, hakîkat tanımamış, tanı-mak fırsatı eline verilmemiş nesiller tarafından körü körüne müdâfaa edilir hâle gelmiştir.
Lisan cellâtları bin yıl Türk diline hizmet etmiş bir kelimenin ölüm fermânını verirken mûcip sebep olarak gösterdikleri “özleşme”, “arılaşma” oyununu bir ırkçılık parolasının heyecânına sararak, elinde endâzesi olmayan gençliğe sunmaktadırlar. *
Târihini bilmeyen, edebiyâtını lüzumsuz bir angarya kabul eden, mefâhirine, gelenek ve göreneklerine bîgâne yetiştirilen gençlik, artık geçmişle arasına gerilen uçurumu aşamayacağı için, içinde yetiştiği kı-sır, dar, verimsiz dünyânın sözcüsü ve koruyucusu olmuş bulunuyor.
Dilsiz bırakılan bu gençlik, okumaktan, öğrenmekten, araştırmaktan ve millî değerlerini, millî kültürünü bilmekten mahrum bırakıldığı için, mektep adedi artsa da, okur yazar kütle çoğalsa da, memleket gene de câhil münevver salgınını önlemiş olamıyor.
*
Bugün yeryüzünün hâkim dili olan İngilizce, Fransız lisânına geniş ölçüde yer verirken, çeşitli dünya milletlerinin kelimelerine de kapılarını açık tutmakta ve bundan dolayı telâşlanmak şöyle dursun, iftihar bile duymaktadır. Şöyle ki; emperyalist siyâsetinin dünya ile kurduğu bağ, İngiliz milletine, karadan ve denizden kıt’alar arasında seyyah olarak, tüccar olarak, âlim olarak, fen adamı olarak, iktisatçı ve sanâyici olarak dolaşmak, hatta hükmetmek fırsatını vermiştir. Meselâ Malaya’ya gitmiş, memleketin “barong” dediği kılıcını beğenmiş ve lisânına geçirmiştir. İspanya’ya gitmiş kızlarını “muchacoa” diye çağırmalarını beğenmiş kendine mâletmiştir. Japonya’da tahtırevânı görmüş, tıpkı onlar gibi “kago” demekten çekinmemiştir. Rusların darı lapasını tatmış, adını da tadı gibi beğenip “kasha” demiştir. Hele, iki asra yakın, avucunun içinde tuttuğu Hindistan’a kendi şahsiyet ve kültüründen kuvvetli çizgiler bırakırken, onun dilinden de kendi diline sayısız kelimeler çekip almakta tereddüt eylememiştir. Arapça’nın, hamalını, hamamını, Kâbe’sini, müftüsünü, kâhyasını, kimyâsını, mevsimini, kasîdesini, cebirini ve dünya dilleri pazarlarında müşteri olduğu nice kelimeleri almakla yanlış bir alış veriş yapmamış, belki ilminin ve medeniyetinin îcap ve zarûretlerini cesâret ve tabiîlikle tatbik etmiştir.
Unutmamalıdır ki biz, hemen arz-ı meskûnun büyük bir kısmına hâkim olmuş yüce bir millettik. Elimizin altında bulunan ülkelerden, neyi nasıl istersek çekip almak hakkımızdı. Medeniyetimizi işlemek ve geliştirmek için, farklı medeniyetlerin çeşitli fikir ve san’at hareketlerinden nasıl faydalanmışsak, lisanlarından da istediğimiz kadarını kendi dilimize mâletmeyi bir imparatorluk, bir efendi millet zarûret ve îcâbıyla tabiî bulmuşuzdur.
Bir kelimenin kökü mühim değil, telaffuzu mühimdir. Sesi ve mîmârîsi millî olduktan sonra kelimeler nereden alınırsa alınsın mâdemki lisâna girmiştir, şu halde Türkçe olmuştur. Bu, sâde bizim için değil, her millet için budur.
Faraza “hudut” kelimesini Türkçe’den sürüp atan câhil veya kasıtlı anlayış, yerine koyduğu “sınır”ın Latince “sinore”den, pamuk kelimesinin Farsça “pembuk”dan, “su” kelimesinin Çince’den alınmış olduğunu ve daha buna göre “öz Türkçe, arı Türkçe” damgası vurulan kelimelerin köklerinin Moğolca’ya Sanskritçe’ye, Trakça’ya dayandığını neden hesâba katmaz? Yeryüzünde başka dillerden alış veriş etmemiş hangi lisan vardır? Öz Türkçe tahtına oturtulmak istenen ve bu uğurda gösterilen mezbûhâne gayretle soysuzlaştırılan dilin de komşu harslerin yâdigârlarıyla zenginleşmiş olması târihî tekâmülün bir netîcesi değil de nedir?
Bir milletin geçmişini, hâlini ve geleceğini idâre etmiş ve edecek olan lisan müessesesi, o müesseseye üşüşme fırsatını ele geçirmiş haşe-rat tarafından nasıl har vurulup harman savrulur? Asırların süzgecinden geçmiş ve ancak ilmin buyruğuna tâbi olması gereken bu müessese, beş on fikir yobazının, üç beş satılmışın keyfine ve keyfinin çomağı altında yerlere vurulan çeliğe nasıl çevrilir?

Uyanalım artık.

Sâmiha AYVERDİ- 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder