18 Nisan 2012 Çarşamba

Galatasay-Fenerbahçe maç bileti.Taksim stadyumu.Final maç bileti.

23 Mart 2012 Cuma

MÜCERRET MEFHUM...

MÜCERRET MEFHUM... 
Türkçede, kendi öz malı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur.

Asağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karsılığını arayınız:

Zaman, mekân, mesafe, zevk, sevk, mevzuu, merkez, mihrak, gaye, mefkûre, din, Allah; ve

nâmütenâhîye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden ibaret olan bu

kelimelerden bir tanesini bile Türkçede bulamazsınız. «Allah» adının hiçbir lisanda esi

bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, ilâh mânasına her dilde mevcut kelime bile

Türkçede yoktur. «Tanrı» kelimesi «tanyeri» nden gelir ve mücerretlikle alâkasız,

putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. «Mevzuu» kelimesine

uydurulan «konu» ise «koymak» gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. «Vazetmek» fiili

«koymak» değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans – gamıza) belirticidir.

Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beserî tefekkür malzemesinden mahrum

bir lisan karsısında kalıyoruz. Hattâ «dil» bile «lisan» kelimesine uymuyor da ağızdaki et

parçasından ibaret kalıyor.


NFK.

BİR GUGUKLU SAATİN AZİZLİĞİ 2

geçiriyordu. Evet şüphesiz ki buraya İstanbul’un bahtiyarları toplanmış en dertsiz ve endişesiz insanları bu zarif salonda birbirleriyle telâki (buluşma) etmişdi.
Ben tam muhâkememi bu raddeye getirmiştim. Birden başımın üzerinde bir harhara koptu ve garib bir mahluk bir biri üstüne altı kere: Guguk! Guguk!
Diye haykırdı. Bakdım: duvara kâr-i kadîm antika bir saat, bir guguklu saat asılmışdı.
Çâryekte bir üstündeki ufacık kapı açılıyor ve alel acayip bir kuş salona, salondakilere doğru uzanarak yerine göre, bir, beş, on, on iki defa:
- Guguk!
Diye bağırıyor, sonra yine odasına ve yuvasına çekiliyordu. Belki bunda şâyân-ı hayret hiçbir cihet yoktu. Fakat, nedense, bana bu (guguk !) lar, şu riya hülya âleminde pek manidâr göründü; Sanki onu bir feylesof azizlik olmak için asmıştı, her (guguk) bizi hakikate ircâ' için bir ihtâr ve her esassız sözümüzle, fiile uymayan kavlimizle bir istihzara idi. Hem, galiba ale’l-husus çay günleri bu (Guguk) lar o kadar yerinde çıkıyor, guguklu saat bizi o derece münasip bir yerde susduruyordu ki onun bir makineden ibaret olmayıp ayrıca bir ruha, bir zeka ve bir ilme de malik olduğuna gittiğince inanmağa başlıyordum.

Haddeden Geçmiş Nezâket - Nedim

حاددن گچمش نزاکت

حاددن گچمش نزاکت یال و بال اولمش سكا
می سوزولمش شیشه دن رخسار آل اولمش سكا

بوی گل تقطیر اولنمش نازك ایشلنمش اوجی
بری اولمش خوی بریسی دست مال اولمش سكا

سحر و افسون ایله دولمشدر درونك ای قلم
زلف هاروتك دیمك ممكن كه نال اولمش سكا

شويله گرد اولمش فرنگستان بريكمش بر يره
صكرا گلمش گوشۀ ابروده خال اولمش سكا

اول بت ترسا سكا می نوش ايدرمسك ديمش
الامان ای دل نه مشكلتر سؤال اولمش سكا

سن نه جامك مستيسك آ يا كيمك حيرانيسك
كندك آلدردك گوكل نه اولدك نه حال اولمش سكا

لبلرك مجروح اولور دندان سين بوسه دن
لعلك اوبدرمك بو حالتله محا ل اولمش سكا


یوق بو شهر ایچره سنك وصف ايتديكك دلبر نديم
برپری صورت كورنمش بر خيال اولمش سكا


                                                                                        نديم

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-ı al olmuş sana

Bûy-i gül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana

Sihr ü efsûn ile dolmuştur derûnun ey kalem
Zülfü Hârut’un demek mümkin ki nâl olmuş sana

Şöyle gird olmuş firengistan birikmiş bir yere
Sonra gelmiş gûşe-i ebrûda hâl olmuş sana

Ol büt-i tersâ sana mey nûş eder misin demiş
El amân ey dil ne müşkilter suâl olmuş sana

Sen ne câmın mestisin âyâ kimin hayrânısın
Kendin aldırdın gönül noldun ne hâl olmuş sana

Leblerin mecrûh olur dendân-ı sîn-i bûseden
La’lin öptürmek bu hâletle muhâl olmuş sana

  Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dilber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana

Nedim
‎*Türkçenin Çilesi*
Zaman zaman zelzeleler, su baskınları ve tabiî âfetlerin tür-lüsü ile yıkılıp harap olmuş şehirlerimize, kasabalarımıza, köylerimize çeki düzen verip îmarları yoluna gidiyoruz. İçlerinde hayâtın yeniden canlanması ve bu harâbelerin altından bir yeni düzen çıkıp, insanlara yaşama ümit ve heyecânı verebilmesi için devlet otoritesinin ve mahallî idârelerle halkın el birliği ettiği bu îmar faâliyeti, ortaya yeniden mâmûreler çıkarıyor. Kazâ görmüş şehirler, böylece çeşitli himmet elleriyle selâmete ererken katliam görmüş bir lisan ülkesi var ki, kan revan içinde nice bin şehîdin cesediyle bir muhârebe meydanı hâlinde, çatısı, damı, temeli çökmüş, molozlar, kerpiç yığınları ile yolları tıkanmış bulunuyor. İşte bu fâcia sahnesi Türk dili üstünde cereyan etmiş ve etmektedir. Hem de ednâ menfaatler ve dış tazyiklerin yıkıcı politikasına körü körüne tâbi olmak hatâsı yüzünden.
Dünyânın hiçbir yerinde, hiçbir milletin başına gelmemiş böyle bir fâcia, ne yazık ki, gözünü dalâlet içinde açmış, hakîkat tanımamış, tanı-mak fırsatı eline verilmemiş nesiller tarafından körü körüne müdâfaa edilir hâle gelmiştir.
Lisan cellâtları bin yıl Türk diline hizmet etmiş bir kelimenin ölüm fermânını verirken mûcip sebep olarak gösterdikleri “özleşme”, “arılaşma” oyununu bir ırkçılık parolasının heyecânına sararak, elinde endâzesi olmayan gençliğe sunmaktadırlar. *
Târihini bilmeyen, edebiyâtını lüzumsuz bir angarya kabul eden, mefâhirine, gelenek ve göreneklerine bîgâne yetiştirilen gençlik, artık geçmişle arasına gerilen uçurumu aşamayacağı için, içinde yetiştiği kı-sır, dar, verimsiz dünyânın sözcüsü ve koruyucusu olmuş bulunuyor.
Dilsiz bırakılan bu gençlik, okumaktan, öğrenmekten, araştırmaktan ve millî değerlerini, millî kültürünü bilmekten mahrum bırakıldığı için, mektep adedi artsa da, okur yazar kütle çoğalsa da, memleket gene de câhil münevver salgınını önlemiş olamıyor.
*
Bugün yeryüzünün hâkim dili olan İngilizce, Fransız lisânına geniş ölçüde yer verirken, çeşitli dünya milletlerinin kelimelerine de kapılarını açık tutmakta ve bundan dolayı telâşlanmak şöyle dursun, iftihar bile duymaktadır. Şöyle ki; emperyalist siyâsetinin dünya ile kurduğu bağ, İngiliz milletine, karadan ve denizden kıt’alar arasında seyyah olarak, tüccar olarak, âlim olarak, fen adamı olarak, iktisatçı ve sanâyici olarak dolaşmak, hatta hükmetmek fırsatını vermiştir. Meselâ Malaya’ya gitmiş, memleketin “barong” dediği kılıcını beğenmiş ve lisânına geçirmiştir. İspanya’ya gitmiş kızlarını “muchacoa” diye çağırmalarını beğenmiş kendine mâletmiştir. Japonya’da tahtırevânı görmüş, tıpkı onlar gibi “kago” demekten çekinmemiştir. Rusların darı lapasını tatmış, adını da tadı gibi beğenip “kasha” demiştir. Hele, iki asra yakın, avucunun içinde tuttuğu Hindistan’a kendi şahsiyet ve kültüründen kuvvetli çizgiler bırakırken, onun dilinden de kendi diline sayısız kelimeler çekip almakta tereddüt eylememiştir. Arapça’nın, hamalını, hamamını, Kâbe’sini, müftüsünü, kâhyasını, kimyâsını, mevsimini, kasîdesini, cebirini ve dünya dilleri pazarlarında müşteri olduğu nice kelimeleri almakla yanlış bir alış veriş yapmamış, belki ilminin ve medeniyetinin îcap ve zarûretlerini cesâret ve tabiîlikle tatbik etmiştir.
Unutmamalıdır ki biz, hemen arz-ı meskûnun büyük bir kısmına hâkim olmuş yüce bir millettik. Elimizin altında bulunan ülkelerden, neyi nasıl istersek çekip almak hakkımızdı. Medeniyetimizi işlemek ve geliştirmek için, farklı medeniyetlerin çeşitli fikir ve san’at hareketlerinden nasıl faydalanmışsak, lisanlarından da istediğimiz kadarını kendi dilimize mâletmeyi bir imparatorluk, bir efendi millet zarûret ve îcâbıyla tabiî bulmuşuzdur.
Bir kelimenin kökü mühim değil, telaffuzu mühimdir. Sesi ve mîmârîsi millî olduktan sonra kelimeler nereden alınırsa alınsın mâdemki lisâna girmiştir, şu halde Türkçe olmuştur. Bu, sâde bizim için değil, her millet için budur.
Faraza “hudut” kelimesini Türkçe’den sürüp atan câhil veya kasıtlı anlayış, yerine koyduğu “sınır”ın Latince “sinore”den, pamuk kelimesinin Farsça “pembuk”dan, “su” kelimesinin Çince’den alınmış olduğunu ve daha buna göre “öz Türkçe, arı Türkçe” damgası vurulan kelimelerin köklerinin Moğolca’ya Sanskritçe’ye, Trakça’ya dayandığını neden hesâba katmaz? Yeryüzünde başka dillerden alış veriş etmemiş hangi lisan vardır? Öz Türkçe tahtına oturtulmak istenen ve bu uğurda gösterilen mezbûhâne gayretle soysuzlaştırılan dilin de komşu harslerin yâdigârlarıyla zenginleşmiş olması târihî tekâmülün bir netîcesi değil de nedir?
Bir milletin geçmişini, hâlini ve geleceğini idâre etmiş ve edecek olan lisan müessesesi, o müesseseye üşüşme fırsatını ele geçirmiş haşe-rat tarafından nasıl har vurulup harman savrulur? Asırların süzgecinden geçmiş ve ancak ilmin buyruğuna tâbi olması gereken bu müessese, beş on fikir yobazının, üç beş satılmışın keyfine ve keyfinin çomağı altında yerlere vurulan çeliğe nasıl çevrilir?

Uyanalım artık.

Sâmiha AYVERDİ- 2006

22 Mart 2012 Perşembe

 
Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir.Bir kayığa biner.Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister.Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur.

Kayıkçıya, “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir “vav” yazayım, bunu sahaflara götür karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır.

Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar.

Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar kayıkçı. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır.

Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır.Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır.
Hafız Osman da yol ücretini uzatır kayıkçıya.

Kayıkçı “Efendi para istemez, sen bir “vav” yazıver yeter” der.

Hafız Osman gülümseyerek der ki; “Efendi o “vav” her zaman yazılmaz.”